Bu sene Ramazan’da, halkımızın İslâm’a rağbetinden, ibadetlere gayretinden göğsümüz kabardı. Ne nurani ve muhteşem günler yaşadık! Sürur ve şevk ile cami cami dolaştık. Minareler, kandiller ve mahyalarla süslenmiş, yer gök nurlanmış, camiler lebâleb cemaatle dolmuş, avlulara taşmış, mü’minler kadın erkek, çoluk çocuk çimenlere yayılmış sabahlara kadar ibadet etmişlerdi. Resmî ve özel iftarlar, vaazlar, hatimler, mevlidler, itikâflar, zikirler... toplumca şahâne İslâmî bir canlılık...
Anlaşılıyor ki ülkemizde, on dokuzuncu asırdan kalma köhne materyalist felsefelerin, dinsizliğin ve inkârın saltanatı sona eriyor; halkımız ve münevverimiz hatalarını anlayıp, mâneviyata dönüyor. Şehitlerin, gazilerin, fatihlerin evlatları, tekrar atalarının dinamik ve pak imanına geliyor, asil ve necip aslına rücû ve avdet eyliyor. Bu gelişmelerden fevkalade memnun ve mesruruz. Bu oluş ve uyanışa yardımcı olmak, onu hızlandırmak her şuurlu müslümanın başlıca vazifesidir.
Fakat madalyonun bir de arka tarafı var, bu müsbet ucun karşısında bir menfî kutup bulunmakta; bu ümitlendirici görünümünü bulandıran, esef verici, hayal kırıcı, bedbinleştirici acı manzaralar da bu günlerde gözler önünde. Bu ikinci hali de bilmek zorundayız. Gerçekçi (realist) olmalı, derdi, hastalığı iyi görmeli, yaygınlık derecesini sağlam tespit etmeliyiz.
Esefle söyleyelim ki şimdi de büyük ölçüde bir anti-Ramazan hali, bir gaflet mevsimi yaşanıyor. Herkes tatile çıkmış, deniz kenarlarını, dağ zirvelerini, subaşlarını istila etmiş vur patlasın çal oynasın eğlenmekte. Gazete ve mecmuaların sayfaları halkı baştan çıkarıcı, tahrik edici müstehcen resimlerle dolu; en hayâsız, en utanmaz gazeteler en büyük tirajı sağlıyor, bayilerden kapışılıyor, mevcutlar çabucak tükeniyor. Afyon iptilası gibi korkunç ve yaygın bir hastalık... Su gibi içki içiliyor, insanlar şehvet küpü haline geliyor, değil İslâmlık’tan, insanlıktan bile çıkıp gidiyorlar. Başımıza gökten taş yağacak diye korkuyorum. Bu bize, Allah’tan korkan, imanlı, edepli, müslümanlara yabancı, apayrı bir hayat tarzı. Bu kültür ve kafa yapısındaki insanlarla bağdaşmak da mümkün olamıyor. Elleri kalem tutanlar neşriyatta, diğerleri de dilleri ile fiiliyatta harıl harıl iman, İslâm, ahlâk ve âdab aleyhtarı malzeme üretmekle, etrafa küfür saçmakla meşguller (müstehcen neşriyat, domuz eti edebiyatı, hayızlı kadın rezaleti vb.). Bunlarla çok işimiz var.
Anlaşılıyor ki müslümanlar için dünya hayatı büyük bir imtihandır. Üzerimizde ağır yükler vardır. Ülke bizimdir, hayâsızlar sebebiyle bir felakete uğrarsak hepimiz zarar görürüz; çok çalışkan, çok uyanık, çok fedakâr ve çok sabırlı olmalıyız.
Nefse, şeytana, hubb-i dünyâya şiddetle muhalefet etmeli; akla, mantığa, imana, şeriate uymalı, âhiret sevabına rağbet eylemeliyiz.
Günahların her çeşidinden ve günah yerlerinden hem kendimizi, hem de çoluk çocuğumuzu uzak tutmalıyız.
Zamaneye uygun, nefsine düşkün, sathî ve zayıf müslümanları uyarmalı, şuurlandırmalıyız.
İslâm’ı dejenere edenlere yüz, hasımlara taviz vermemeli, onları palazlandıracak en küçük destekten bile şuur ve basiretle uzak durmalıyız.
İslâmî hizmet saflarında yerimizi almalı, dinimizi ve müslümanları her çeşit maddî mânevî tehlikeden korumak ve kurtarmak için malla, canla çalışmalı, cihad eylemeliyiz.
*