Diyanet Gazetesi’nin bir önceki sayısında yer alan tarih sohbetimizde, ecdadımızın dine, ilme ve alimlere verdiği değere bir misal olmak üzere, II. Murad devri Osmanlı alimlerinden Molla Taceddin’in, hac yolculuğuna çıkan hocası Molla Yegân’ı İznik’te nasıl karşılayıp misafir ettiğini, müstesna bir şekilde ağırladığını, derin ve içten bir hürmet duygusuyla nasıl elini bırakıp ayağını öptüğünü yazmıştık.
Bu yazımızda da aynı konuyla alakalı olarak Molla Taceddin’in oğluna ait bir vakıayı zikretmek istiyoruz. Oğluna geçmeden önce biraz babasından bahsedelim.
Molla Taceddin, İznik Medresesi’nde müderris idi; “Hatiboğlu” lakabıyla dinî Türk edebiyatına hadis, tefsir ve tasavvuf sahalarında mühim eserler bırakmıştır. Kaynakların ve bu eserlerin incelenmesinden, onun müteşerrî, ihlaslı, samimi bir müslüman olduğu, sağlam bir ahlâka ve vakur bir görünüşe sahip bulunduğu anlaşılıyor. Çocuklarını da kendisi gibi dindar, ilim haysiyetine sahip, eğilmez, onurlu kimseler olarak yetiştirmiştir.
Oğullarından Muhyiddîn-i Muhammed, ilk feyzini ve ilmini babasından almış, sonra ilim yolunda derece derece ilerleyerek Fatih Sultan Mehmed devrinin en büyük, en meşhur müderrislerinden biri olmuştu.
“Hatibzâde” diye şöhret kazanan bu Muhyiddin Efendi, Fatih’in meclislerinde bulunduğu gibi ondan sonra II. Bayezid’in de hürmet ve teveccühüne mazhar olmuş; Arapça bazı dinî eserler yazmış, nihayet Hicrî 901 (Miladî 1497) yılında âhirete irtihal eylemişti.
Osmanlılar’ın bu devirlerine dair önemli bir tercüme-i hal kaynağı olan Hadâiku’ş-Şakâik’ta, bu Hatibzâde Muhyiddin Efendi hakkında bazı bilgiler yer alır. Bunlar arasında zikredilen bir vakıa bizim dikkatimizi çekti. Çünkü Hatibzâde’nin, muasırları tarafından pek iyi değerlendirilememiş bazı ahlâkî özelliklerini aksettiriyordu. Ayrıca babasının davranışlarıyla irtibatlandırılıp birlikte mütalaa olunduğunda, bir başka renk ve mâna kazanıyordu. Hem o devrin zihniyetinin, hem de Hatibzâde’nin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağından sizlere anlatmayı uygun bulduk. Vakıa şöyle:
Merhum Hatibzâde, iki seçkin ve yetişkin talebesini de edep-erkân öğrensinler diye yanına alarak, bir bayram günü, Sultan II. Bayezid’in sarayına, bayram tebrikleşmesine gitmiş. Divân-ı Hümâyûn’da, zamanın müftüsü Efdalzâde’nin, vezirlere eğilerek selam vermesi üzerine, tenkit ve ikaz sadedinde ona şöyle diyor:
“Niçün hetk-i ırz-ı ilm ü irfan ve fetk-i nâmûs-ı fazl u îkan eyledün? Zira bu taife (yani vezirler) zümre-i ulemânun hüddâmıdur; mehâdîm-i kirâm, hüddâma iltifat eylemek, şüref-i şerefden sukut ve rütbe-i izzedden tenezzüldür... senün gibi sahîhü’n-neseb celîlü’l-haseb kimesneden bu makûle sû-i edeb sudûr eylemek acebden acebdür...”
Nihayet padişahın huzuruna varmışlar. Padişah onları görünce, ecdadı gibi, ilme ve alimlere hürmetinden dolayı, yedi adım öne yürüyüp karşılamış ve umulmayacak derecede riayet göstermiş.
Hatibzâde, o zamanın saray âdâbına göre padişahın önünde eğilmesi gerekirken, baş eğmemiş; sadece sözle selam vermekle iktifa etmiş. Vezirler bile padişahın elini eteğini öperken o, musafaha (el sıkışma) ile yetinmiş. Hatta duâ-yı bakâ-yı devlete (hükümdarlığının devamı için dua) dair bir söz bile söylememiş.
Saraydan dönerken beraberindeki talebeleri Hatibzâde’ye, padişah ile o şekilde tebrikleşmenin hürmetsizlik ve serkeşlik olabileceği yolunda imada bulununca, şu cevabı veriyor:
“Anun ayağına varmak, eştât-ı esbâb-ı mücahât-ı şamil ve esnâf-ı âlâf-ı mübâhât-ı müştemil riayetdür; bu mertebe, rütbe-i kâfî ve bu kadar, kadr-i vâfîdür. Bundan ziyade tevkîr-i tevfîr ve tekbîr-i teksîr, keremde isrâf u tebzîrdür. Şehriyâr-ı mekrümet şiârımuz bu iclâl ü i’zâma râzîdur, siz bilmezsiniz.”
Anlaşılıyor ki Hatibzâde, tebrik için padişah sarayına kadar gitmeyi bile bir din alimi için büyük bir fedakârlık ve taviz sayıyor. El öpmek, eğilmek gibi hürmet ifadelerini ise aşırı ve dînen hatalı buluyor. En mühimi, ilmi, vezirlerin ve paşaların payesinden daha üstün görüyor. Onun bu tarz düşünüş ve davranışları bizce, çağından ileri, asil, cesur ve vakur bir merhaledir. Bunların değeri, Hatibzâde’nin mensup olduğu aile ve hele babasının Molla Yegân’a gösterdiği olağanüstü hürmet göz önüne getirilince daha iyi anlaşılmaktadır. Demek ki ecdadımız, kendisini yetiştiren hocasının ayağını öpmekten çekinmezken, padişahların, vezirlerin ve paşaların önünde kendi değerini korumasını biliyor; yerleşmiş saray törelerine uymama cesaretini gösterebiliyor.
Bu tip faziletli alimler o zamanlarda hiç de az değildi.
*