Süfyân b. Hüseyin der ki:
“Bir gün İyâs hazretlerinin meclisinde bir adamı çekiştirerek bazı kötü fiillerini beyan ettim. İyas hazretleri22 bana;
‘Sen cihad ve gaza kastıyla Rum (yani Anadolu) cihetine gittin mi?’ dedi.
‘Gitmedim’ diye cevap verdim.
‘Sind yahut da Hint taraflarında cihada azimet ettin mi?’
‘Oralara da gitmedim’ diye mukabele ettim.
‘Senin elinden Rum, Sind ve Hint ahalisi olan kâfirler selamet bulmuşlar iken mü’min kardeşin niçin selamet bulmuyor? Bundan sonra bir daha bu şekilde sözler söyleme.’ diyerek bana hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdi.”23
Şahısların gıyabında, aleyhlerinde konuşmamaya azmedip karar verdiğiniz olmuşsa, bunu tatbik etmenin zorluğunu çok iyi bilirsiniz. Hazır olmayan bazı zevattan bahsedilen nice toplantılarda hem prensibinizi bozmamak, hem de mecliste nahoş, sıkıntılı ve muhtemelen kalp kırıcı bir hava husule getirmemek için olanca gayretinizi sarf etmiş, bizzat kendiniz sıkıntıya düşmüşsünüzdür. Bazen de böyle bir muhavereye farkında olmadan, gayr-i ihtiyârî kendinizi kaptırır, konuşmanızın ta ortasında durumunuzu idrak eder, gafletinize şaşarsınız. Bu neden böyledir? Bu fena fiile neden bu kadar tutkunuz? Çünkü insan rûhunda, şahısların bilinmeyen taraflarını bilmek, hareketlerindeki asıl niyeti keşfetmek, saklamaya çalıştığı kusurları ortaya dökmek, binâenaleyh, o zâtın o kadar melek, o kadar hürmete layık, o kadar kıymetli kimse olmadığını(!) ispat etmek hususunda dayanılmaz bir temayül saklıdır. Biz insanlar “En temiz vicdanda bile gizli bir leke farketmek isteriz.” Halbuki bunun içtimaî zararları çok büyüktür. Çok muhtaç olduğumuz tesanüdü yıkar, şahısları birbirinden soğutur, itimatları zedeler, darılmalara yol açar. Bazen aksi tesir de yaparak, kusur işlemiş olan şahısların bunlar üzerinde ısrarına ve hatta kötü insanlar safına kaymasına sebep olur. İtiraf edelim ki hepimiz, güzel yazı yazıyorsak, resme hevesimiz varsa, herhangi bir sahada kendimizi yetkili hissediyorsak... bu, muhitimizden bize karşı bu yolda bir kanaat beslendiği ve izhar edildiği içindir. Yine bunun gibi eğer hakikaten iyi insan isek, bunu biraz da etrafımızdakilerin bizi iyi bilmesine, iyi zannetmesine borçluyuz.
İşte bütün bu sebeplerden İslâm dini, bir şahsın üzerinde olmayan bir kötülüğü söylemeyi yasak ettiği gibi –çünkü bu apaçık bir iftira olur– hakikaten sahip olduğu kötü vasıfları veya işlediği bir hatayı söylemeyi, yazmayı da yasak etmiştir. Mü’minler hakkında hüsn-i zan beslemek, varsa kusurlarını örtmek, gizlemek içtimaî ve bilhassa mânevî kazancı çok yüksek olan amellerdendir.
Yukarıdaki fıkra, bir kimsenin gıyabında, onun, duyunca üzüleceği kusurlarını söylemek hatasına düşenlere verilecek cevapların, yapılacak ikazların en mükemmeli, en nezih ve en zarif numunelerinden biridir.
*