Yurdumuzun evvelce yemyeşil, ormanlık olduğunu tarihten ve gezginlerin seyahat yazılarından okuyoruz. Ülkemize gelmiş ressam ve gravürcülerin eserlerindeki şahâne manzaralar bize o çağlardan masal gibi görüntüler sergiliyor.
Eşsiz Boğaziçimiz’in bir zamanlar ne kadar muhteşem güzelliklere, yalılara, korulara sahip olduğunu cümle cihan bilir. Haliç’in, Kâğıthâne’nin bir zamanlar İstanbul’un en gözde mesire yerleri olduğu edebiyatımıza geçmiştir. Nedim’in Sâ’dâbâd’ı dillere destandır.
Evliyâ Çelebi’nin ballandıra ballandıra anlattığı güzel diyarlar, ormanlar, yollar şimdi kupkuru bozkır. Çıplak Orta Anadolu dağlarında izine rastlanan iri ağaç kalıntı ve muazzam köklerden, bir zamanlar oraların muhteşem ormanlarla süslü olduğu anlaşılıyor. Aramızda, bazı yörelerin daha yirminci yüzyıl başında bile yemyeşil ağaçlarla kaplı olduğunu bilen ihtiyarlar var.
Kendi yaşamınızda bile bu elim değişmeyi gözlemişsinizdir. Bursa’nın o şahâne zümrüt ovası hızla yok oluyor, yeşil sahaları süratle eciş bücüş kiremit yığınlarıyla kaplanıyor. İstanbul’un eski mesire ve sayfiye yerleri şimdi apartmanlarla sımsıkı olduğundan halk daha uzaklara Yalova’ya Esenköy’e kaçmakta.
Hükümetin kredi ve konut teşvik politikası birçok kooperatifin kent kenarlarındaki mücavir sahalara yayılmasını hızlandırdı. Fakat her yerde gayet yoğun, sıkışık, hasis ve cimri bir zihniyet hâkim. Sanki ülkemizde arazi kıtlığı varmış gibi, birbirine âdeta zulmeden, birbirinin havasını, manzarasını kesen bir yerleşim tarzı. Şehir banliyölerinde, kırsal alanlarda bile kasvetli bir nizam: Yollar dar, otopark yok, dinlenme ve oyun yerleri, yeşil sahalar, ağaçlıklar düşünülmüyor.
Üstelik bir zamanlar bahçeli ev tarzında kurulmuş mahalleler de, arsaları kıymetlenince bozuluyor, evler yıkılıp, apartmanlar dikilip güzellik harap ediliyor.
Herkese açık olması gereken deniz ve göl kenarları yağmalanmış ve kapatılmış. SİT alanları, milli park olma niteliğindeki güzel yöreler bile nüfuzlu şahısların ve güçlü şirketlerin istilasına mâruz, heder olma yolunda.
Şehirleşmeyi, çevreyi korumayı, halkın genel rahatlık ve refahını, sosyal ve sıhhi ihtiyaçlarını iyi düşünmediğimiz, iyi koruyup kollamadığımız gün gibi ortada. Tarihten ve kendi yaşamımızdan aldığımız muhtelif kesitler bunu net olarak ortaya koyuyor. Ecdadın bize emanet ettiği güzelim yurdu süratle tahrip ediyoruz.
Bu vahim gidişe milletçe dur demek zamanı gelmiştir. Mahalli idare ve belediyeler bu yağma ve tahribi önleyecek güce ve estetik olgunluğa ermiş değil. Hükümetlerin yerleşim olayını mutlaka yurt çapında geçerli genel prensip kararlarına ve merkezi çağdaş bir planlamaya ve sıkı bir kontrole tâbi tutması icap eder. Çocuklarımıza, plansız şehirler, kanser hücreleri gibi gelişmiş eciş bücüş mahalleler, zehir gibi hava kirliliği, kapışılmış gözde yerler, hoyratça bozulmuş güzel yöreler, pişmanlıklar, perişanlıklar bırakmak istemiyorsak bu konuya ciddiyetle eğilelim.
Benim asıl merak ettiğim şu:
Temiz hava, düzenli yerleşim, bol güneş, su, gıda, tabiatla haşır neşir, sağlıklı, mutlu ve ferah bir yaşam, yeşil ve güzel bir yurt, muhafazakâr veya devrimci, mâneviyatçı veya materyalist herkesin üzerinde ittifak ettiği, müşterek menfaat konusu bir husus olduğu halde, biz bunu sağlayacak düzen ve şartları sağlayamaz isek; ya Avrupa Topluluğu’na her ne pahasına olursa olsun girmek için dolu dizgin koşturan, nice basiretsiz heveslilere rağmen, tarihimizi, benliğimizi imanımızı, kültürümüzü, tüm maddî ve mânevî değer ve menfaatlerimizi korumayı nasıl başaracağız acaba?
*